Yaşadığım Bir Sırdır; Yaşam Tanık …
Dünya temelleri üzerinde çatırdayıp dururken; ve ne yana baksanız kendi anlamlandırdığınız yaşanmışlıklar eklenirken her gün bir diğerine; yaşam artık bir sırra dönüşmüştür. Kimsenin farkına olamayacağı kadar kişisel; kimsenin fark edemeyeceği kadar yalnız, kimsenin dokunamayacağı kadar bilgedir kendi belleğinde.
Işık yazısını kendi yazgısına dönüştürmek; kendi yazgısının içinde söyleyeceği sözcükleri ışıkla söylemek bir fotoğrafçının en büyük hayalidir belki; kimi sözler tanıklığı anlatıp; tanık olduklarını fısıldarken; en büyük sözler belki kendi sözcüklerini haykırılırken çıkarttığı inlemeler ve o inlemelerin başka yaşamlarda bulduğu yankılardır. Sanatçı bu inleyişi içinde kendi varlığının teması olarak kendi yaşamışlıklarını anlatır ve eserine aktarır.
Terk edilmiş bir mekana girip ışığın öyküsü ile tanışan bir fotoğrafçının; tercihlerini kullanırken; ışığın öyküsünden çok fazla öykü anlatmaya başlayacağını kendisi bile tahmin edemez başta. Eninde sonunda bir başka yaşam öyküsünün izlerini ve yansımalarını aktarmaktadır. Terk edilmiş bir konağın içinde tarihin koynunda yaşanmış ve sadece yaşayanların tanık olduğu bir öykü… fotoğrafa bakarken iki kişinin konuşmasına istemeden tanık olmuş ve duyulmaması gereken sözcükleri duymuş gibi irkilerek sessiz öykünün başlangıcına doğru adım atan fotoğrafçı; kendi belleği ve kendi yaşanmışlıklarını tarihin arayışına sarmalayarak sırlarını anlatmaya başlar.
Tarih zordur; öyküsü vardır. Resmidir; özeldir, ama eninde sonunda lokale iner tarih; kişilere, onlara yönelir; kahraman ulusların olmadığını tarih defalarca kanıtlamıştır; tarih kahramanlar üzerine kuruludur. Tarih… kahraman durup ışığın miktarını ölçerken tarih onu bir kez olsun affetmeyecektir. Affedilmez bir şey yapmıştır artık… tanık olmuştur…
Terk edilmişler … tüm tarihine inat terk edilip vazgeçilmişler… ama duruyorlar hala; garip bir inanış, garip bir yok olmama direncine dair bırakılıp gidilmiş. Umursamama değil bu; sanki oradaki varlığı bir şeyleri temsil ediyor. Sanki onun yok oluşu; terk edilmişliğinden daha ağır gelecek usa… yinede yılmadan zamana direnen bir direnç öyküsü terk edilmişliklerin söylediği türkü. Usanmadan tarihe fısıldanan sözcükler. Oradaki yaşanmışlıklara verile bilinecek en büyük ödül bu anlamda. Dokunulmadan yılkı atları gibi terk edilip gidilmek… etrafında oynayan çocukların sesleri mükafat gibi bağışlanırken; içinde büyüyen çocukların tekrar tekrar doğması belki; ve her bir doğuşunda o terk edilmiş duygusundan arınması yenilenmesi… tarihin ruhundaki sırlar; ve bu sırların bağışladı ve yüreğe işleyen öykülerin izleri… kim tanıklık edecek buncasına ?
Terk edildikçe mi yalnızlaşır insan ? Yalnızlaştıkça mı terk eder ?
Yalnızlığın bilgeliği ve yalnızlığın bahşettiği öykü niye bu kadar güçlüdür ki ? yalnızlık tanrılara özgü bir kavramsa; yalnızlığın öyküsü bunun için mi bu kadar güçlüdür. Kavramsal ve kutsal bir aura belki… yaşanmışlığın ikinci kez yaşanması ve bunun karşısında uğradığı anlam kayıpları… yalnızlığa neler sebep olur? Neden tercihler yalnızlaşırken insanlar büyür ve büyütür kendi yaşamını… tanık olduğu öykü artık izlediği öykü ile birleşir belki ve kendi öyküsünü dinlemeye başlar… söylediği sözcük; gördüğü sözcüğe dönüşürken; yaşamın anlamsızlaşması karşısında kendi anlamını koruma sancısı başlamıştır. Kendi aurasında kendine yönelmiş mermidir artık sözcükleri ve yaşadığı sırlara yaşam tanıklık ettikçe azalan anlamlar dizimleridir… yaşadığına tanık etmekten öte sırlarına tanıklık etmenin verdiği rahatsızlığa dönüşür. Yalnızlaştıkça kutsallaşan kelimeler; yalnızlaştıkça anlamı artan anlamlardır artık… tanık kürsüsünde susarak verilen ceza ise yalnızlık; en büyük cezayı tanık olan almıştır… bilerek susmak… ve bilgeliğindeki kutsallığı kelimeler ile ifadeye zorlanmak… nasıl anlata bilir bir sözcük, sabahlayan bir ayazı; ve nasıl söylene bilir çeyrek asırlık bir yaşamın yaşadıkları ? hangi sözcük bunu anlatırken anlamlarını yitirmez ? yalnızlığa sebep biraz bunlardır belki… kahrolan bir sır ve o sırları yaşamış olmanın verdiği rahatsızlık…
Sıfatlarımız var! Zamirlerimizden çok sıfatımız ve her sıfatımızda maskeleşen bir tarafımız gizli… yaşamı o sıfatların gölgesinde yaşıyoruz. O sıfatlardan bakıyoruz. Ve sıfatlarımız gibi olmaya çabalıyoruz. Varsallığımız varlığımızın önünde. Varlıklar için savaşıyoruz. Yıkımlar kıyımlar.. kentleri doldurup üst üste sözcüklere dönüştürüyoruz. Dizlerimizde inliyor kocaman kentler. Küçüldükçe kendi kabuğuna dönüyor insan… katmanlar arasında sevişiyoruz… katmanlaştıkça artan ağırlığında karıncalaşan bir küçülmeyi sessizce kabulleniyoruz. Belleğimizin ihaneti belki bu; beklide inleyişi karşısındaki kazandığımız zafer naraları bunlar. Çaresizliğine vurduğumuz dem ve kendi gücümüzü yanılsayarak daha üstün görme çabamızdaki vazgeçiş… soyutlamalar … sıfatlardan vazgeçiş… terk edip gitmek; terk edilip gidilmeden önce… kimin olduğunu bilmediğimiz bir öyküyü yaşama zorunluluğundaki kabullenişin sancıları… bu kabullenişi hazmedememe sorgu; biraz tutuk bir bellek yanılsaması…
Katman arası yaşanan kent acizlikleri; teknoloji kaos; beyinlerimizi tırmalayan ve cesetlere dönüşen bedenlerimizi saklayan tabut kentler… o kentlere daha da sıkışmış evler odalar ve daha çok sıkışıp kalmış belleğimiz… yabancılaşan kimliğimizdeki biz olmayan her şey…
İsyana dönüşürse bir gün! Savrulan düşler düşlerden kaçışlara dönüşürse; geçmişin sinsi çağrısı ve o çağrıya kulak kabartan bilge bir susum gibi tüm sıfatlardan soyutlanıp tüm sıfat soyutlamalarına tanık olursa bir başka yaşam… söyleyeceği sözcüklerde ; güneş gibi sım sıcak sözcükler fısıldar ve dokunduğu her yüreğe ısısını verirse… yaşam bir kez affeder insanı; bir ve tek sefer bağışlanacak bir şey yapar ve kendi yabancılaşmışlığından soyutlayıp güneşin doğuşunu ilk kez görmüş bir çocuk gibi heyecanlanarak merhaba der…
Çünkü terk edilmiş bir mekanda başlar bu öykü… yalnızlaştıkça terk edilen; yabancılaştıkça yalnızlaşan ve eninde sonunda bilge susumunda kendine yönelmiş devasal bir öyküyü anlatan, yaşamın gizlediği sırlardır yaşamın tanık olduğu….
Özlem Kadakaloğlu’nun 40 adet fotoğraftan oluşan 40×40 isimli sergi fotoğraflarından esinlenerek…
40 tanık fotoğrafın kendi içerisinde sakladığı tüm sırlar; ve o sırları yaşamış olmanın garip tadında fotoğrafların kendi iç seslerine erişen; o seslere tanık olan bir fotoğrafçının düş günlüğüne söylene bilecek sözcükler… eksik kalan bir taraf varsa o da tanık olanın gözünde yaşamı anlatırken eksilen anlamlardır… ama biliyoruz ki yaşam tanık buna… ve yaşama sözcüklerle anlattırmak anlamını bir kez daha yitiren sözcükler aramaktır.
Ankara ve İstanbul’dan sonra fotoğrafçının yaşadığı kent Trabzon’da sergilenecek fotoğraflara bakarken; fotoğrafçının yada bir başkasının öykülerini aramayın… önce kendi bilge susumunuzdaki kendi terk edilmişliğiniz; ardından yalnızlığınız ve en önemlisi kendi yabancılaşmanızı arayın. Kendinizi izleyin o fotoğraflarda… çünkü o fotoğrafları siz çektiniz; o fotoğrafları siz çektirdiniz… o fotoğraflardaki mankenler modeller sizlersiniz; siz poz verdiniz… Kadakaloğlu’da birlikte yaşadığınız bu öyküde kendisini ifade aracı olarak seçtiği tek dilde önce kendisinden başlayarak bu öyküyü anlattı belki… fotoğraf dilinde…
0 Yanıt to “Özlem Kadakaloğlu 40×40 Fotoğraf Sergisi Hakkında”